Rehavet

?Bu, yokluğunun rehaveti mi yoksa yokluğun mu, cevap ver. Tatlı bir koku var burnuma ilişen, kulak kesilip suyun hafızası bulutlara yumuşakça gömdüren bakışlarımı ve parmak uçlarımdaki karıncalanma, içten içe hissettiğim şu kıpırtı güneşin tellerinde titreşen yelin damağında bıraktığı tat; yazdan kalma bir gün belki sadece, sıradan hatta, belki yarın tekrarlanabilir yahut ertesi gün ama şu gördüklerimin üzerini hafifçe örten, onları göze böylesi hoş görünür kılan şu benzersiz şeffaf perde hangi kumaştan? Hangi kumaş böylesi uyuşturmuştu zihnimi tenime değişiyle? Hangi kumaş dokunuşundan dokunmuş olabilir ki, sen söyle?

Janset Karavin

?suS

Ne zaman kaybettik, hatırındaysa, biliyorsan söyle? İkindi vakti miydi gene böyle? Günlerden neydi peki? Hava nasıldı hava; tıpkı şimdiki gibi yıkıyor muydu çarşaf kesilmiş denizi yeşil mavi çişenti? Köprüaltına gün ilişmiş miydi ve susmuş muydu şehir gözlerinde? Gene örtüyor muydu gökte balıklar, yerde bulutlar ikimizi: “İnsanın düşleriyle gerçekleri örtüşmüyor ki hiç,” dediğinde. ?Titriyor muydum varlığın hiçliğime değdiğinde, faraza parmağının ucunda, dilinin ucunda,, aklının ucunda,,,

Şşt!

Tut ki, bugün günlerden sevişmek günüdür ve yarın rehaveti, kerameti kendinden menkul: "Ben erdim muradıma sen çık kerevetine," minval tut ki. Tut ki, gün ışımakta diyelim henüz, sol yanın boş; yalnızlık yatağında, solundaki yastıkta eksilen başının iziymiş bazı vakitler, anladım. Anladım ki, söylenecek laf kalmamıştır artık, susmak, uzun, çetrefil cümleler kurmak demektir. Düşlerimden yüzünü eksilt. Sen anlama, ben anladım...

Şşşt!

yani

yani
kürtaj masasında orospuyuz
hepimiz
en az senin kadar Yeliz
âlemi yok
sokakta jenerikle akmanın
ve kısa metraj göz süzmenin
diyorum yani
manası yok
beraber uyumanın
ve başroldeki kadının
yani
saçlarımı açınca
“Pangaltı'ya benziyorsun” …muşsam
suçlu ya anam ya babam

3 Nisan 07 bomonti


Doğmasız ve Ölmesiz 2.Sayı (Nisan 2008)

Özgürlük

Diyorsun ki bana hatta diyebiliyorsun ki, demeliyim belki tam da burada çünkü bunu söylemen biraz da cesaret istiyor belki ya da cehalet ses benzeşimlerinin ötesinde, her neyse; diyebiliyorsun ki bana: "Onu kıskanıyorum doğrusu!" Nesini kıskanıyorsun artık benim için var olmayan bir insanın anlayabilsem, ah bir anlayabilsem ki, anlayabilseydim sizi zaten sizden biri olur çıkardım sanırım, bir eksik bir fazla bir şey ifade etmiyor bir yerden sonra ne de olsa!
"Seni kendisine âşık etmeyi başarmış ya işte: osunu kıskanıyorum belki de!" Tuhaf! Beni acıtabilme başarısını gösteren birisini kıskanabilmene hayret ederken ben, beni incitmekten imtina ettiğin zamanları hatırlayarak, sen kıskanmakta ısrarlı olabiliyorsun bir "artık yok"u...

"Bak şu çocuk bana bakıyor!"
"Bana ne!"
"Ne demek bana ne? Ben de ona bakıyorum ama!"
"İyi..."
"Yakışıklıymış serseri!"
"..."
"Lanet olsun sana; beni çok iyi tanıyorsun: artık özgür kalmana izin veremem..."
"Zaten özgür değilim, farkında değilsin!" Allah belanı versin! Söylemek zorunda mıydın? Ya yarın yanında uyanmak istemezsem ne yapacağım şimdi?

Gibi

Ellerin evet ama önce dudakların, dudaklarına götürdüğün sigara ve onu gövdesinden sıkıca kavramış orta parmağınla başparmağın evet; bir şiir gibi...

Anlatsam anlar mısın acaba yoksa sade gülümser misin öylece, hınzırca sola kaydırarak üst dudağına kördüğümlediğim, ıslak düşlerimi? Düşer mi kısacık saçlarını batırarak tenime, göğüslerime başın ve aklından o an geçmekte olan her şey silinir mi bir bir, bir yağmur damlasının toprağa düşüşü, 'yokölüşü' misali yineden dirimi için bir yeşil yaprağın.

Anlatsam anlar mısın acaba yoksa sade uzun parmaklarınla öylece, hırsla ve fakat temkinlice bir telaş içinde kavrar mısın boynumdan yutkunduğum, sırılsıklam düşlerimi? Düşer mi sıcacık bakışlarını batırarak içime, ellerime düşlerin ve aklından geçen her şey...

Ellerin evet ama önce dudaklarımda dolaşmalı parmakların evet; şehadet parmağının iziyle mühürlenmek bir şiir gibi...

Janset Karavin

Anlamsızlığa Göm Beni

Anlamsızlığa göm beni; içimizdeki-dışımızdaki,,,
Nasıl mı? Söyleyeyim: Bana geçenlerde sahilde gördüğün, eğilip avucunda sakındığın şeytanminaresinden bahset, sonra ben, "hani nerede?" diye sorunca da bahsi değiştiriver hissettirmeden ve hemen minaregölgesinden yürüyelim beraber, el ele; ben zaten unuturum her gün aç yatan 'büyük insanlığı' elin elime değdiğinde. Gölgenin ucuna kaşla göz arasında şeytanminaresini korsun; aleme basarayak sen beni durdurur, gözlerimi yumdurur, bir dilek tutturursun. En olmadık bir şeyi dilesem bile ben, olsun,,,
Olsun; minaregölgesinde de olsa varsın olsun; nasıl olsa sen bir yolunu bulursun çünkü uzun parmakların ve kolun ve bir de parmaklarının ucunda yükselsen erişir, yıldızlara dokunursun...

.bütün kuralların canı cehennemE,,,

Beni mi istiyorsun?
O halde neden gelip almıyorsun?

Ağaçlar rüzgârda sadece eğilirler ve bir başka bahiste: "Dağlar yürüyor! Görmüyor musun?", der Tanrı. Yahut yağmur yağabilir şehre bir ikindi vakti, kırk gün kırk gece dinmeyebilir; bilirsin, bu şehir yüzyılların günahına gebedir; arınamaz.. (Üç nokta değil yalnızca iki tane, evet çünkü bu cümle bitmiştir. Senin başlayıp da kursağımda bıraktığın güzel cümlelerinin doyulmaz harflerinden vücut da değildir lekeler andırsa bile onları.) Veyahut (Evet evet bu cümle de bir bağlaçla başlıyor; hiçbir hata yok! Bir geceyi yepyeni bir güne nasıl bağlayamdıksa henüz, binbir geceyi bağlarız dileğiyle geceye bir 'günaydın!'la başlamak kavlinden derin manalar yüklü çocukça hatta biraz da şımarıkça bir ilik (düğme sende) )... Veyahut diyelim ki, canın bir sigara daha telleyivermek ister halbuki yağmur çiselemiyordur bile ve öyle yalnız hissediyorsundur ki kendini, çektiğin her nefesin benim ciğerlerime eza verir olduğunu bile bile, durduk yerde gidiverir elin cebindeki pakete.


Bir hırsız da olsan bilmeni istediğim tek bir şey var ve bunu sana asla söylemedim, bilmeni istediğim için. Eğer söyleyecek olsaydım, sözlerimi oluşturan ve kulaklarına süzülen o sesler faraza bir vapur düdüğünde ya da bir otomobil kornasında yahut da bir tramvay çanında (Hatta kendimi tutamayıp abartmalıyım belki de burada ve şöyle yazmalıyım, sana yazılmış bu satırları okumak edepsizliğini gösteren herkese rağmen "... günlerden yağmurertesi. Camda süzülen bir damlayı ben, parmağımla takip ederken sen, gecenin zifir karanlığına bir kibrit çakarak kutsamıştın hani o sevişmeyi..." işte o denli dingin bir ışıkta) ... ezilip yok olabilirlerdi; korktum.


Bir başka deyişle... Yani demek isterdim ki şimdi sana... Hayır, sen bilmeliydin. Ben söylemeden, ben söylemeye yeltenmeden, söylemeyi düşünmeme lüzum bile kalmaksızın ve ansızın uzanıp tutuvermeliydin yere döküleyazan bakışlarımı mıhlamak için içinden geçen her bir düşe aşka dair, hem de hiç ama hiç utanmaksızın.


Şimdi?


Beni mi istiyorsun ve hâlâ zihninde (y)'ama'lı uzun upuzun, bitmek tükenmek bilmeyen, sonu gelmez, dipsiz, noktasız ve bol virgüllü cümleler var... (Doğru! Burada cümlenin sonunda bir soru işareti yok hakeza cevap sorudan evvel verilmişse cümlenin başına soru işareti konulmalıdır, evvel noktası sonra virgülü konmuş bir tutkusuz aşk gibi)Tekrar sormayacağım (Nokta da koymayacağım( .bütün kuralların canı cehennemE,,,

Köleliğin Bitmemiş Uzun Tarihi ve Variola Vera

   Köleliğin ve insanlığın tarihi birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmiştir. Tarım devrimi ve kent yaşamına geçişle beraber verimli topraklarda çalışarak, çığ gibi büyüyen nüfusu beslemesi gereken insan gücü, büyük oranda gene bu verimli toprakların fethi için girişilen savaşlarda esir düşen insanlarla sağlandı. Kölelik, toplumun sınıfsal yapılanma sürecinde çehresi değişse de yok olmamış ve sistemin dayanaklarından biri olmuş ve sistem, asil efendilerin, kültür, sanat, bilim ve felsefeye kölelik ederek insanlığı özgürleştirmesi için gene onların gündelik işlerini görecek kölelere ihtiyaç duymuştur. Diyebiliriz ki, insanlık iki sınıfa ayırmıştır kendisini ve tarihini bu sınıflar üzerinden yazmıştır: Köle ve efendi. Efendinin köleleşişi kavramını düşünebilmesi için 19. yüzyıla varması gereken kölelik sistemine muhtaç insanlığın, köleliğin tarihinin en vahşi yapraklarının açıldığı 15. yüzyılın son çeyreğinde, bu vahşeti, kendisini vasıta ederek yöneten efendiyi de aynı yüzyılda keşfetmiş olması[i] ürkütücü komedyanın son perdesi değildir.

Cortez ve pasaklı barbarları, Kastilya Kraliçesi adına Yenidünyaya ayak bastıklarında, onları nihayet kendilerine dönen tanrıları zanneden yerlilerden istedikleri altınları almak için ne atlarına, zırhlarına, ne de mızrak, top ve tüfeklerine ihtiyaçları vardı. Hayır, onları tanrıları sanmaları değildi bütün bunlara ihtiyaçları olmayışının sebebi, ‘variola vera’ydı: Çiçek. Tenochtitlan’ı bir serap zanneden Cortez ve askerleri haksız değillerdi; 1790’a kadar Eskidünyada hiçbir şehir bu kadar büyük ve kalabalık olmayacaktı. Tarihçilerin, Yenidünya nüfusu hakkındaki tartışmaları sürmekteyse de bugün, genel olarak kabul gören H. Dobyns’in görüşü bu rakamın, dönemin Avrupa nüfusunun  iki katı civarında yani, 90 ila 112 milyon olduğunu iddia etmektedir.[ii] “Tanrı sanki insan ırkının hepsini ya da büyük kısmını buraya yerleştirmiştir.”[iii] Ayrıca, Avrupa’nın Avrupa olmasını sağlayacak bu karşılaşma esnasında Yenidünya halkları Avrupalılara oranla çok daha sağlıklıydılar. Yerliler, “(...) elli gibi inanılmaz bir yaşa kadar yaşayabiliyorlardı.”[iv] Çünkü bilenen insan yaşam süresi ortalaması otuz seneydi.

Amerika kıtasına, otuz bin sene önceye dayanan göçlerin ardından kuzeydeki Alaska Dağları bir çeşit doğal filtre işlevi görmüş ve Yenidünya ile Eskidünya tamamen birbirinden farklı parazitler geliştirmiştir. Kıtanın sakinleri, Avrupalılar gelene dek çocuk felci, frengi ve sarılık dışında tamamen sağlıklı, yalıtılmış bir hayat sürdüklerinden, bağışıklık sistemleri tahta kılıçlarla oynayan çocuklar kadar deneyimsizdi mikrop orduları karşısında.

Yenidünyada bilinen ilk çiçek salgını 1519’da Haiti adasında yaşandı ve beş yıl içinde adanın yerli halkı Aravaklar’ı yeryüzünden sildi. Kıtaya yayılması hiç de güç olmadı ve salgın Tenochtitlan’a ulaştığında, Cortez yağmasını bitirmiş, yükleri yüzünden ağır da olsa geri çekilmekteydi. Cortez’in ordusunun üçte ikisini yok eden Aztek savaşçılarını çiçek yendi. “Yüzümüzde, göğsümüzde, karnımızda yaralar çıktı; vücudumuz tepeden tırnağa acı veren yaralarla kaplandı. Hastalık o kadar korkunçtu ki, kimse ne yürüyebildi ne de kıpırdayabildi. Hasta olanlar o kadar çaresizdi ki, ölü gibi yatıyorlar, kol ve bacaklarını hatta başlarını bile oynatamıyorlardı. Ne yüz üstü yatabiliyor ne de yana dönebiliyorlardı. Hareket ettiklerinde acıyla bağırıyorlardı.”[v]

Elbette çiçek, tek başına değildi, kızamık, nezle, hıyarcıklı veba ve kızıl da ona arkadaşlık etmekteydi. 1520-1889 arasında, tarihçilerin ‘Büyük Kıyam’ adını verdikleri bu süreçte ölen yerlilerin sayısı kesin olarak bilinmiyorsa da, iki Dünya Savaşında  ölenlerden çok daha fazla olduğu kabul edilmektedir.

İşte bütün bu ölümler, işgalcilerin Yenidünyanın madenlerinde, verimli topraklarında çalıştıracakları yerlilere en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde büyük işgücü kaybına neden oldu. İspanyollar, ‘la trata negra’’yı başlattılar: Siyah köle ticareti.

Yerli köleler çok kolayca hastalanıp ölüyordu, oysa Afrikalılar asılmadıkları sürece ölmeye niyetli görünmüyorlardı. Bir yüzyıl içinde 1 milyon Afrikalı köle kıtaya taşındı ve bu kârlı ticaret hızla sürdü; 18. yy’a dek zenci köle nüfusu, kıtadaki beyazlardan çoktu. Üç buçuk yüzyıl sürecek olan siyah köle ticareti, 15 milyon Afrikalıyı Atlantik sularına gömdü ve beyaz, siyah ve yerliler arasında gemilerde yaşanan biyolojik kaos, yüzyıllar boyu liman şehirlerine taşındı. Öyle ki 18. yy’da New York, büyük çiçek salgınıyla savaşıyordu. Belki de şöyle desek hiç de yanılmış sayılmayız: Amerika’da kölelilik karşıtı hareket, insan hakları konusundaki entelektüel bilinçten ziyade, liman kentlerinde yaşayan beyazların başta çiçek olmak üzere salgın hastalıklara ilişkin biyolojik bilinçaltı kaygılarından beslenmiştir.

Çiçek hastalığı, köle ticaretini kurup geliştirmekle kalmamış, kıtanın içlerine kadar işleyip, bütün bu verimli toprakları yeni sahipleri için ‘vahşilerden’ temizlemiştir. Salgınlar ardından o kadar geniş topraklar ‘kurtarılmıştı’ ki, girişimci beyazlar Tanrı’nın onlara, kıtada tanrısal mülkiyet hakkını devrettiğini düşünüyorlardı. Bir elde İncil, bir elde tüfek, çiçeğin boşalttığı, ‘bahşedilmiş’ topraklara yerleşen Püriten koloniciler, burada Avrupa’da olduklarından çok daha uzun ve sağlıklı yaşadılar, hatta üç öğün yemek bile yiyebildiler. Bu yeni bolluk çağında çiçeğin yerlileri yok ediş hızını defalarca katlayan hızlara erişmeyi başararak doğayı ve doğal kaynakları tükettiler: Madenleri, ağaçları hatta kürk ticareti uğrunda hayvanları. Ancak Amerikalılar bu yağmayı kutsallaştırarak manifestosunu yazdılar ve adını Amerikan Rüyası koydular ya da Gelecek Kültü Dini. Geçmişle bağı olmayan, sürekli yenilenme peşinde koşan bu fırsatlar ülkesindeki Altına Hücum nihayet, gelenekleri sürekli yok ederek kimliğini yeniden tanımlama kısırdöngüsünde geleceğin fethi ülküsüne dönüşüp, tıpkı çiçek virüsü gibi davranmaya başladı. Biz bu virüse bugün kapitalizm diyoruz.

Bugün artık siyahi bir lideri seçerek, köleliğin kaldırıldığını düşünerek vicdanını rahatlatmak isteyen insanlığın henüz farkında olmadığı gerçek köleliğin değil pigmentokrasinin[vi] hayatımızdan silinmeye yüz tuttuğudur. Avrupa Konseyi’nin raporlarına göre dünyada hâlâ 30 milyon, alınıp satılarak kendi arzusu dışında, yani köle olarak yaşayan insan bulunmaktadır. Bu insanların başta Afrika olmak üzere 29 farklı ülkeden getirildikleri tespit edilmiştir. Kara kıtanın, çiçekle başlayan ağır yazgısı sürüyor ve bugün, Cortezlerin yerini alan küresel sermayenin doymak bilmeyen efendileri, onları renklerinden bağımsız, ucuz işgücü olarak köleleştirmekte. Bu inanılması güç sayı, tarih boyunca yeryüzünde aynı anda asla olmadığı kadar çok kölenin tam da ‘şimdi’, 21. yy’da yaşamakta olduğunu göstermektedir.
Janset Karavin

[i] 1848 Report on the Typhus Epidemic in Upper Silesia’da belgelendiği üzere, salgın hastalıkların önlenmesi için mikropları besleyen çevresel faktörlerin ortadan kaldırılması izleğini oluşturan ve bugün ‘Virchow’s concept’ olarak anılmakta olan bu çalışma, ‘patalojinin babası’ Rudolph Virchow tarafından 19. yy’da yazıldı.

[ii] Daha geniş bilgi edinmek isteyenler için: Their Number Become Thinned: Native American Population Dynamics in Eastern North America (Native American Historic Demography Series) Paperback November 1983

[iii] Las Casas, Bartolomé de, Short Account of the Destruction of the Indies, 1999 London: Penguin, sayfa 7

[iv] William Wood's Diary: A Story of Nineteenth Century Emigration on Board the Sailing Ship "Constance" in 1852, Peter Reginald Pennington (Paperback - April 2002), sayfa 16

[v] (Orijinal adı Unos Anales Históricos de la Nación Mexicana, 1528’de, Latin alfabesiyle Nahuatl dilinde, olayları yaşamış bir grup yerli tarafından yazılmıştır ve bugün, Bibliothèque Nationale de France’tadır) Anales De Tlatelolco, Rafael Tena, Conaculta Publishing 2004, sayfa 67
[vi] Lancelot Thomas Hogben’in ten rengimizi belirleyen pigmentlere göndermede bulunarak yaptığı ırkçılık tanımıdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Yarlama Enstitüsü ve Batılılasma Sorunumuz

Doğumunun yüzüncü yılında (2001) yeniden basılan eserleri, hakkında yazılan birçok çalışma ve çeşitli etkinliklerle gündeme taşınan Tanpınar’ın, haziran ayına denk düşen ve bu kez 108.’si yaşanan ‘doğum yıldönümünde’ (23 Haziran 1901 – 24 Ocak 1962) hem yeniden hatırlanmasına vesile olmaya hem de Batılılaşma sorunumuz üzerine düşünmeye çalışan bu yazıda onun, Batı – Doğu çelişkisi sorununu derinlemesine yaşamış ve eserlerinde dile getirmiş bir yazar oluşunu çözümlememe ayna kılmayı umuyorum.
Her şeyden evvel, Tanpınar’ın Batılılaşma sorunu üzerine düşünmüşlüğü bir yana unutulmuşluğu yahut uzunca süre bir kenara itilmişliği ve hangi dinamiklerle yeniden hatırlandığı düşünülecek olursa, bizzat bu sorunun bir kurbanı olduğunu söylemek gerekir. Şöyle ki; çok kereler onun hakkında yazılmış çalışmalarda ya ona ‘sağdan’ muhafazakâr ya da ‘soldan’  yenilikçi bir pencereden bakıldığına tanık oldum ancak kişisel görüşüm, Tanpınar’ın tıpkı yaşadığı dönem ve toplum gibi aklı oldukça karışık ve fakat düşünen bir insan olarak, toplumsal olayları ve sorunları irdelerken de çözüm üretirken de kendisini her iki cephede de görmüyor olduğudur. Eskiye dönüşün sorunları çözmeyeceğinin bilinciyle anlamsızlığının ve doğanın yasası gereği olanaksızlığının farkındalığıyla, yeninin tek başına yaratacağı çözümlerle yetersiz kalacağı bilgisinin çaresizliğinde sıkışan Tanpınar, kendi hatıratında bu çelişkisini şu şekilde ifade etmiştir: “Sağlarla beraber değilim, çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmaya, içimizden doğru yutmaya hazırdır. Eğer bir Barrés, bir Maurras, bir L. Daudet gibi insanlar olsaydı etrafımda iş değişirdi. Fakat Mehmet Akif’le yol arkadaşlığı, Mümtaz’la (Turhan) fikir beraberliği, asla…”  
Tanpınar’ın kendisini hiçbir cephede göremeyişine karşın, eserleri ve düşünceleri hakkında ciddi tartışmalar yaratmasının özünde nedeni, birçok yazarın aksine bu pencerelerden herhangi birisinden bakarak düşünmek ve böylelikle kolay çözümler elde etmek yolunu yeğlemeyişidir. “Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar” adlı yazısında da altını çizdiği gibi kolay yolu seçerek iki uygarlık arasındaki farkı, Batı Uygarlığına atfedilen üstün niteliklerin aksine, Doğunun tembelliğine yahut kaderciliğine bağlamıyor ve bu farkı ‘kavrayış ayrılığına’ yaslayarak çözümden kaçmıyor hatta bütün bunların birer neden değil, sonuç olduğunu görerek sorunun özüne inmeye çabalıyor.  Tanpınar’ı çözümün bir “sentez” yaratılması olduğu düşüncesine sürükleyen, toplumsal değişimin, sosyoekonomik koşulların yapılanışıyla hatta daha da net bir söylemle, “üretimin,” geçirdiği dönüşüm sürecinin bir sonucu oluşunu fark etmesidir. Ancak “üretimi” Marksist ekonomi politiği kavramı olarak görmeyip, “sınıf” kavramına us yürütmeyerek “eşyayı tasarruf ediş” halindeki ayrılığa dayandırdığı Doğu-Batı farklılığında Doğuyu, “eşyayı ancak umumi biçimde tasarruf ettiği hatta bazen onu doğadan ödünç alırcasına davrandığı” için geri kalmış oysa Batıyı, bu konuda ayrıntılara inen tasarruf yönteminden ötürü gelişmiş olarak tanımlar. Bu çözümlemeden yola çıkarak Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de, “insanî dünyayı tasarruf edişte” aynı sakatlıkları sergileyen Doğunun yetersiz kaldığını söyler.
Tanpınar’ın geçtiğimiz yıllarda ansızın anımsanışı ve aynı şiddetle unutuluşu çelişkisi hiç kuşkusuz, toplumda oluşan düşünsel boşluktur. Sorunlarına çözüm bulmakta güçlük çeken toplumumuzda bu boşluğun sürmekte olduğu tespitinde bulunmak hiç de güç değildir ve bu bağlamda çözümlere giden yolun aydınlatılmasında Tanpınar’ın herhangi bir siyasi görüşün penceresinden değil de mümkün olduğunca tarafsızlıkla, düşünen ve üreten bir ‘insan’  olarak değerlendirilebilmesi hâlâ önem taşımaktadır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü özelinde yazarın yukarıda bahsettiğim görüşlerine ve Batılılaşma sorununa bakışına ışık tutan bazı açılımlar getirmek gerekirse…
Yenilikçi bir yapının kurgulanışıyla başlayan S.A.E. bu yapının yıkımıyla biter ki; Tanpınar’ın buna benzerliğiyle örnek olarak gösterilebilecek Kafka ya da Marquez değin başarılı olduğu söylenemezse de S.A.E.’nün misal, Yüzyıllık Yalnızlık’tan çeyrek asır önce kaleme alınmış olduğu bu karşılaştırma yapılırken göz önünde bulundurulmalıdır.
Karakterlerinin tutarlılıkla duygu, düşünce ve davranış bütünlüğü sergilediği gerçeği ışığında (ki bu gene geçmiş olmaksızın geleceğin kurulamayacağı görüşünün bir yansımasıdır) Tanpınar’ın “sentez” çözümünün karakterlerinde yansısını bulduğunu fark ederiz. Geleneğin bugüne taşıdığı gerçeklikle yüzleşmeksizin soyut biçimde öze dönülerek edebiyat yapılabileceğini savunan Ziya Gökalp’in aksini düşünen Ahmet Hamdi’nin bu bağlamda, S.A.E.’ndeki başkarakterlerinden Hayri İrdal’ın âdeta Gökalp’e cevap niteliğindeki şu sözleri ilgi çekicidir: “Her ne olursa olsun mazim bugünkü vaziyetimden bana bütün bir mesele gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum ne de tamamiyle onun emrinde olabiliyorum.”
Esasen bu noktada Tanpınar’ın kişiler değil “tipler” kurguladığını ve Bergson etkisinde şekillendirdiği, güldürürken düşündüren mizah anlayışıyla bu tipler üzerinden toplumsal ve kültürel sorun ve çelişkileri hicvettiğini söylememiz gerekir.
Öyle ki, Hayri İrdal’ın hayatının çeşitli dönemleri dikkatle incelenecek olursa Tanzimat öncesinden günümüze Türk toplumunun geçirdiği süreçlerle özdeşlendiği fark edilir.  Gene Türk toplumunun gündeminde ve gelişim sürecinde ona yön veren unsurlarda olduğu gibi, İrdal’ın yaşantısını, romanda da çok az yer verilen savaş gibi gerçeklikler değil de kendi zihninde oluşturduğu sanrılar yönlendirir.  Sürekli bir kendini arayış içerisinde, benliğini birileriyle dışa vurmak, böylelikle kendisini ifade ettiğini düşünmek hastalığına kapılan toplumu gene Hayri İrdal üzerinden resmeder yazar. Geçmişi temsil eden Abdülselam Bey, olmaycak işler peşinde çıkışı arayan Aristidi Efendi, meczup bir adam olan Seyit Lütfullah ve mesleğini varlık sebebi kılarak yaşamını sürdüren Muvakkit Nuri Efendi ile kendi babasından bahisle şöyle ortaya koyar bu tanısını: “Onlar benim örneklerim, yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım.”
Sonra gene Hayri İrdal bir seyircidir oyuncudan çok. Hayata kendisini dâhil görememek temel sorunudur ve şöyle açıklar bunu da: “Hayatımı düşündükçe – yaşım buna müsaittir- daima kendimde seyirci hâleti ruhiyesinin hâkim olduğunu gördüm. “ Bu hali de karakterin, bireysel yaşantısını bile doğrudan doğruya etkileyen olaylar karşısında sessiz kalan, “seyirciliğini” sabır denen bir kendisini terk etmişlikle sürdüren Türk toplumunun geniş bir bölümünün portresidir.
Halit Ayarcı ise “yaşadığımız çağın” bedenleşmesi gibidir âdeta. Neredeyse tüm düşünceleri ve hatta eylemleri gerçek dışı gibi görünen (hatta romandaki mizah unsurunun bir yoğun göstergesi olarak hakikaten gerçeküstü olan) Ayarcı, geleceğin belirsizliği, kural tanımazlığı, yenilikçiliği ve geleneği yok varsayan fütursuzluğudur. Şöyle der Gökalp’i dile getirircesine: “Yeninin bulunduğu yerde başka bir meziyete lüzum yoktur.”
 Bütün bu tespitlerin ardından ve Tanpınar’ın pek çok kesime doyurucu gelmese de çözüm için “sentez” öneren düşüncelerinden ve gerek topluma gerekse de “aydın” kavramına getirdiği eleştirilerden yola çıkarak diyebiliriz ki, Cumhuriyetin içinde olduğu bu dönemde de en büyük kaybı, geçmiştekine ne yazık ki benzer biçimde, Batıyı, Batılı olan her düşünce hatta nesneyi bile üstün niteliklerle donanmış, müthiş ve hayranlık uyandırıcı bularak, bunları dönüştürme fikrinden uzak, kendince biçimlendirmeden, doğrudan taklitle yaşamına uygulayan yahut batıyı tamamen reddeden bir sözde aydın kitlesiyle, onun yön verdiği bir sanat, edebiyat ve düşün dünyasına sıkışıp kalmış olmasıdır.
Oysa Cumhuriyetin ülküsü Batılılaşmak değil, yüksek uygarlıklar düzeyinin üzerine çıkmaktır ve devrimlerin toplumda yarattığı “travmanın”  dile getirildiği bugünlerde, bu söylemle Cumhuriyeti ve onun “Batıllaşma” karşıtlığını yermek maksadı güden çevrelerin de koşulsuz bir kabulle Batılılaşmaya çabalayan ve kendi ırasını yitiren sözde “ilericilerin” de birbirlerinden hiçbir farkları yoktur. Erek, kendimiz olmaktır; yoksa birilerine 'benzemek' değil.
Ne zaman ki bu ülkenin süslü uçurtmalar uçurmaya kalkışan hakiki aydınları, ucu kendi ellerinde sandıkları uçurtmalarının ipinin bir ucunun küresel sermaye kuyruklularının elinde olduğunun ve bu sebeple de uçurtma uçuracağım, derken başkalarının uçurtması olduklarının farkına varırlar, işte o zaman, içine girdikleri kuyudan kendilerine “fildişi kuleler” gibi görünen ‘hakikatin zamanlığına’ yolculuğa çıkar ve “üzerine ölü toprağı serpilmiş” bu kültürü yok edemeyeceklerini anlarlar. Ve ancak bu hakikatle yüzleşmiş oldukları halde, o ölü kültürden köklenerek, üretip, onu dönüştürerek insanlık ülküsüne hizmet ederler.
Janset Karavin

aynalı orospular sendikası

düzün tersinde bir eğik minare sarısıdır bacakarası
ağır işçi damgalı sicilini tükürebilse ve hele ekmek karneliyse yeni vesikası
koşar elbet koridor cücesi ''sağdan sola okurum aşkı'' diye bağırıp da
hiç aldırır mı başkent Haydarpaşa'ymış yahut kar küfü ve sidik kokarmış üstü başı
peki ya bilmez mi fazla sola gitse düşebilir sağa ki insan takvimi otuzbir taneli tespihtir
İngilizce ürüyen itler kuyruğunda otlu peynir kokusudur memleketlisi
demem o ki bilirdir olsundur tüysüzdür ve masumdur kesik başı
sade Osmanlıca bakanlar hamamda bitti sanırlar istiklal harbi
tahtaya çakılı çiviyi eme eme pireli yorgana sarılıptır aşk nihayet
ve hem kürdilhicazkar kurulu aksak saat tik tak tik çivide asılıptır halbuki
hem de tek kasıkkasığayken üniformalıdır aynalı orospular sendikası sen sağ ben sol selamet

'isimli isimsiz tüm politik katledilmişlere'

Janset Karavin
otuz bir mayıs, Çıksalın

tevatür

 
bir çeyrek

Ömer Hayam'da aldık kaşlarımızı biz dayadık yokuş yukarı
emniyetten aşağı sürmeli bakma boşa bize babamızdan kalmadı
han hamam dükkan kirası ki saksımızdaki menekşenin moru ondandır
ondandır evlatlıktan istifamız tek celsede ve kasıklarımızdaki sancı da
anamızınkine benzer ve ölüptür diriliptir ölüp ölüp diriliptir aşktandır

bir buçuk

feilla devlet şairleri toplu fotoğraflarda göbek katlarken götoturu
kıtalararası bıyıklarıyla gıdıklarlar lar ler lar civanperverane Ulubatlı Hasan'ı
biz çalar oynarız güvercinlerinse gök varsın yedi kat dalgalansın sancakları deyip de
biz emziririz Şişli Terakki'nin adı öksüz süssüz süz süs süz cenaze cambazı civanlarını
biz sıyırırız eteğimizi vatan sağolsun deyip de kabarsa bile hesap veresiye defterinde
biz parakendeciyiz paşam belalımız Eyüp'te ıslık çalar pazarlığa götürü

Janset Karavin
'tevatür'
ocak 2006 - pangaltı 
Berfin Bahar Sayı 137

nefsi müdafaa

 
yek
kartviziti
vizitesi üç paralık sahiciliğine
karalaçonun sırıtışı zımbalı cigarasından iliklediğidir
taze ekmektir alınteri Gezi Parkı'nda
harbi diyorum Piçkarası Neco hayran onun çarka çıkışına
kom'serim allah seni inandırsın göğü öğüten o değildir
suçsuzdur masum değilse bile

yemin billah emeği nakış masalı abi
kendini uyuyan saten nevresim kuşanmış ekmek teknesinde
kenar işi el dil delik ve göz nurudur
memnun kalmış müşterilerin umumi hela duvarında domalttıkları cebi
ki çıplak kaldırım giyiniği Harbiye'de yaptı askerliği
pencere güzeli yağmurunda öküze adama puta güneşe kitaba tapan gördü
velhasıl iğne batığı mıydı neydi siktirnamesi
anam avradım olsun tavana serili seccadesi kom'serim

se
ben akıl verdim diyerekten
Zeliş durma sür güzel işçi kadın rengi ojeni
örgütle gacıları aşırı dozdan yalasınlar diye transit geçerken rüzgarı Büyük Bayram'dan
ve üç çiçek açsın mor kavgan
Domalıptır Bandosu gümbür kambur enternasyonali çalsın
mızıka başı pedikürlü kurtuluş için Kurtuluş'tan
hamilikart yakinimdir mikrofonda dehleyerekten filaşlara
hususi diş tabibinin diplomasını cilalayan
fuar arası çift kaşarlı sabah siporu müdavimi otururken
velhasıl kom'serim şerefsizim tık başı ner'den baksan üç sent eder
duble ve duble ve ve duble ve hakkıdır örgütlü aşka tapan Zelişlerin Cihangir'de oturmak
nokta dom!

Janset Karavin
'nefsi müdafaa' 15 nisan çarşamba Feriköyü
Kadıköy Underground Poetix Sayı 4

birdirbir

bir

elini korkak alıştırma Zeliş aldırma laf olurmuş çek mezuniyet sürmeni gecekarası inadına

netekim sen çöp adam da çizemezsin ve gözlerini de yumarsın deniz görünce düşünüp ‘bir’gün olta ucunda ölecek balıkları

hem bilir misin cadde bir kırmızıya bir maviye boyanıp soyundukça kaç taksittir ki namus kredi kartına

milli güvenlik meselesidir demedim mi ben sana her cuma silikonların ve bakkalın veresiye defteri


dir

karaköy köprüsünde güneş açabilir şiir’dir’ bu hemen gözlerini devirme kendin çizeceksin kendi haritanı

tarih bitti marlen dietrich öldüğü gün ve sakız çiğnemenin fenomenolojik epsitemolojisinde Husserl zürück zu den dinge diye yazdı son satırı

kutsal şaşı karşı çıkmışsa bile buna kaç adımdır Zeliş senin kaldırıma satılık manşetli gazetelerin üçüncü sayfaları


bir

kafa kâğıdının rengi ehemmiyetsiz ama kimse  bağırmaz hepimiz Zeliş'iz diye sokaklara dökülüp

kendini kandırma kuklacı bana Türkân Şoray kirpiği vermiş diye ‘bir’ zaman bu yalana biz senden çok inandık


Janset Karavin
'birdirbir'
mayıs, balat
Yeniyazı Sayı 2

şiirimizin Cavidan

şiirimizde paşam uyaklar dizelere diklemesinedir
kesildiğimiz civan uzanıp parmak uçlarında değsin için yıldızlara
şüphesiz rakımız masaya giyinik gelir amma velakin muhabbetimiz müstehcendir
alınteridir şıpır şıpır işporta işidir dört çıkışmaz belki ama iki tekerdir damı göklere
kalem ucu sivriltir sapında ah minel aşk hakkedilmiş kelebek çakısıdır
aşk habbesi balık dişi arnavut kamçı otuz üç kere tövbeliyse nişanesi hak edene
yemin kasem namazsız niyazsız çakalıslatandır şiirimiz ekin iti kuyruğu kıstırır
ve evelallah ağam paşam şiirimizde denizler ırmaklara dökülebilir kusur görene
ki en nihayet diyelim öyle biline şiirimizin Tahta Minareli Cavidan hükümet gibi
karıdır

ah Cavidan vah elinden malum akıbetim
'Ma Hüdaye alem, adem yaftim'

ve illa
minare gölgesinde derisi yüzülüptür kırk bir kere mürendir zülfünün lülesi uzaktan
koklayana
adam mı derler be hey teres cilayı çekip narayı çakıp onun aşkına pervane olup
yanmayana

feilla
şehriefsuninin çocuğudur şiirimiz ve bilakis süssüzdür Cavidan bahis mevzuu olunca
zira gecekondu da bitti maşallahtır isimsizdir imtihan kağıdı parasız yatılı mektep
okuyunca

selametle

Janset Karavin
'şiirimizin Cavidan'
17 temmuz tahta minare - fener

sünnetlik hatırası

Zeliş fotoğrafına bakıp ve eğip dik boynunu iktidara omzundan öptü kendini bir ikindi
çıplak briketli katoturu hısımlıklar bulutlara batar semtte saç boyamak örgütlenmekti
ve hiç duvar saati yoktu Ayhan Işık Sokak'ta pireler berber iken günlerden ekimdi
kenar oyası tığ işi çenealtı bağ problematiği aylak bakkallara dert memlekette erkeklik
ayakta işemekti

savuracaksın elbet kızıl saçlarını konsolosluğun önü sıra sekerken Übermensch de
pipiliydi
bileceksin ki asıl mesele olmak ya da olmamak değil öpüşmek ya da öptürmekti
üç ayaklı kedi titretirken kuyruğunu komşu pisuvarda tesadüf benim favori
oyuncağım da diyeceksin pilliydi

elbet sen de seveceksin sinemayı ve dedenin ak sakalını unutmayacaksın erkekliğin
yüzde kaçı kaçmaktı
hatırla Zeliş illaki erken biten günlerin mahalle maçlarında kaleyi beklerken
çiğnediğin Mabel sakızdı
aşıktın fenni sünnetçiye develer tellal iken ve davetiyen yastığının altında serili işin
gücün kurtuluşu beklemekti

Janset Karavin
'sünnetlik hatırası'
‘16 temmuz beyoğlusu’

"İnsanlar, içinde bulundukları durumlar için her zaman şartları suçluyorlar, ben
şartlara inanmıyorum, bu dünyada ileri gidenler ayağa kalkıp arzu ettikleri şartları
arayanlar, bulamazlarsa o şartları oluşturanlardır." Bernard Shaw

inanamıyorum

kahkahalar atan kedi yavruları kovalıyor geceleri düşlerimi
diyorum ki misal
ben bu asansöre inanıyorum fakat o
aşağı çıkıyor çıkıyor çıkıyor
anlamıyorum
zaman mesela bir tek karaysa işliyor
tik tak tik tak tak takılıp kalıveriyor
içimden tramvay geçince sonra
bir de merdiven var
ona da inanıyorum ama o
çıktıkça iniyor indikçe çıkıyor
biliyorum gözlerinden hala deniz kokusu yükseliyor
gel gör dört yanım görünmez duvarlar kesiliveriyor
kalbimi söküp gömdüğüm sahnede
ölsem diyorum vursa biri beni yaklaşıp bir altıpatlarla misal
her gün faili meçhule çıkıyorum demem o ki
yeterince cesur değilim
halatım var
iskemlem de
omzum dudağını hatırlıyor
olmuyor

gelip iskemleyi tekmeler misin lütfen
?

sevişkereintihar

hepsinden evveldi sokak tabelaları silindi bir bir
sakar bir kuş bulutun tekine çarptı
sonra Mualla soyundu Renkli Rüyalar Oteli'nde bir ikindi vakti
tütünsüzlük telaşı sarısı badem bıyıklının biri devrimi yürüttü
serbest teşebbüs piyasa anayasa falan derken unuttuk hepimiz
o esnada habire soyundu hababam soyundu Mualla
nihayet Ali seni yüzünde bir sokak köpeği sırıttı
sonra kuyruğuna takıp salladı salladı salladı
ta yıldızlara fırlattı ihtimal hepberaber hayattan firar ederiz
taş kesildi kâğıttan gemilerimiz battı ve biz titredik tir tir  
iki bayram arası üç çiçek açan çocuklardık biz
ihtimal sevişkereintihar hiç bir olur muydu
tören başı topukçala sağol sağol sağolcularla
nasılsın sivil
Mualla Mualla Mualla
netekim biz hayatın soluna dizildik
ve
düzüldük
vatan sololsun

Janset Karavin
Kadıköyü 15 eylül iki bin on

otoparanoyamatiktravma'tiktak

beni şairlikle zincirlediği vakitler
ki o vakitler hep öğleden sonradır muhakkak
başka kadınlara şiirler yazan şairler
ve
söze "arkadaşım" diye başlamayı seven
titrek ışıklı sokak lambalarına âşık
umarım sadece birkaç kadından biri olan ben
şimdi merdivenlerde oturmuşsam
yanıyorsa yanıbaşımda ıslak bir mum
ve alkolikse yan komşum
öylesine kâğıtlara alelacele karalanıp
cüzdana sıkıştırılmış telefon numaraları
uçuyorsa uzun kulaklı kedilerle beraber
üstelik yağmur sıkıntısı da var ise ve
okulda öğretilmiyorsa herşey aslında
aslına bakarsan
bir sigara daha yakıp
üçer beşer inerken basamakları
yasaksa bile bir bira daha içer
kusaradımaldatılmışaldatılabilecekaldatılası ve
aldatılacak kadınlar müzesine
 
bir yıldız daha çakmak geçer içimden ağlayarak omuzunda ve bu dizeyi boyum kadar uzun olsun diye saçma sapan kelimelerle doldurmak isteğimin sebebini sevişmeyeceğim çıplak bir erkeğe uzandığı yatakta sorarak sessizliğine içimden şen kahkahalarla gülmek ve biraz daha içip hatta belki de sırf birilerinden şüphelenesin diye bir de cigara sarıp uçaradım

aldatılmamışaldatılamayabilecekaldatılmayası ve
aldatılmayacak erkekler anıtına
çelenk bırakmak ve hatıra defterine sepet sepet yumurta diye başlayan o aptalca notu iliştirmek geçer içimden çırılçıplak fotoğrafımın yanına ama 
vazgeçerim birazdan diye diye kendime

susansusabilensusmayıöğrenen ve
susacak kadınlar mezarlığına
gömerim hem kendimi hem de mezarımı kazdığım küreği
fakat gene de
bir dut yahut bira ağacı filizlenebilir göğsümden
sırf sen seversin ve ben de seni diye
ki utanç duyulacak kadar berbat bu şiiri de
sırf bu sebepten yazdığımdan
eteğimi kaldıramam ışıkları söndürmemişsen
,,,

Janset Karavin
4 eylül 2010
Kadıköyü

merdiven

dedi ki ya da dada ki
merdiven
ey su üstünde sanki
taşa yürürbasar insan
bir kedikara tırmansın için
son basamağa çıkmaya
ve
kendine bakmaya korkarsın
inatçısın madem
bari gözlerin sürmeli olsun
ve
güzel bacakların
ki
eteğini kaldırınca hem
ruhun gözükmesin
hem de artık ölmeliyim diyebilen korkak bir şairin cesaretini yonttuğu şişenin dibini kırarak kestiği bileğindeki intihar notu ve hiç takmadığı kravatı cebindeyse de hiç sevişmeden onunla çocuklarına gebe kalabilesin
,

"Biz ona inandık Emma'yla, çünkü o taştı."


Janset Karavin

24.06.2010
Kadıköyü

ıslak sokak köpeklerinin ısırdığı düşüm

'bir'

kahverengi tüyleri, ay ışığında yoluk ıslak sokak köpeklerinin ruhları

darbe ve telefon jetonu görmemiş mesnetsiz bir sevinçle yarışarak suda
gelip, sarıp çevremi endişeli bakışlarıyla sallanırken kuyrukları
dediler ki hep bir ağızdan bana: seni gördük, çıplaktın uykumuzda

minareler deliyordu göğü evvel, sonra onları geçti cam kuleler

yağmurda kurudu denizler ve çaldı gitti Galata Kulesi'ni sırtlanarak bir karınca
gel zaman git zaman asfaltları ve afili rezidansları örttü çöller
gerçi toplandı insanlar ardında, sen: "Ve ülkıyes seharatü sacidın,"* diye bağırınca

'bir buçuk'


ancak haykırarak sordular sana gene de insancıklar;


suda balıklar var

kimisi görsen ne de dost canlısı
fakat bazısı devcileyin, keskin dişleriyle canavar
korkmayın, dedin kollarınla bedenini sararak, hepsi onun ordusu

iyi ama, dediler ya soluduğumuz havadaki kuşlar

elbet kafeslere layık güzel ötüşlüsü
lakin bazısı keskin gagalı, ciğer söker pençesi
endişelenmeyin, dedin dudaklarını oynatmadan, hepsi onun sözünü dinler

'üç çeyrek'


dedim ki onlara:

söyleyin bileyim, cezam nedir;
ben,
onu giyindim, giydirildiğim bu tenin altına; o benim giysimdir,
odur benim saatim, mevsimim ve onun zamanı duvara asılamayandır,,
ne mülküm ben, ne de mülk sahibi; o, benim evrenim ve evren benim içimdedir,,,
suçsa bu,
sıvası fakir işi yer döşeğini aşka seccade etmek yani; aşkın secdesidir.


Janset Karavin

1 aralık beylikdüzü

* "Ve büyücüler secdeye kapandılar." Araf, 120

Kukla Çöplüğünde Kış Telaşı

''Zamanı okşamanın bir yolu var muhakkak,'' diye düşünebilir insan bazen ve bu bilgiye sahip olmadığı halde, sanki rüyalarda olduğu kadar hakikati sabit hissedebilir saklı olduğunu bu bilgisizliğinin içinde bir yerde. 

Öyle ki, kendi kurguladığı bir masalda Alice olmaya özendiğinin farkına varabilmesi için, içindeki denize düşüp aslında yüzmenin bilinecek değil öğrenilebilecek olduğunu yani, fark etmelidir; bulmacalarda sıklıkla karşılaşılan ve cevabının ezbere bilinişi malumatfüruşluktan öte olmayan basmakalıp sorular kadar berrak, basit bir bilgi olduğunu yüzmenin ki, suda uçmaktır altı üstü yüzmek. Tıpkı bu gibi, bir de unutmanın başarabileceği bir şey olmadığını, başına gelebileceğini kavrayabilmesi için Alice'in, 'Karatavşan'a sarılmadan uyumayı öğrenmesi gerekiyor şimdi...

Uyumak Alice'in başarabileceği bir şey, uyuyakalmak başına gelebilecek,, uyanmak?
Kukla çöplüğünde kış telaşı yalnızlıktır.