Köleliğin Bitmemiş Uzun Tarihi ve Variola Vera

   Köleliğin ve insanlığın tarihi birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmiştir. Tarım devrimi ve kent yaşamına geçişle beraber verimli topraklarda çalışarak, çığ gibi büyüyen nüfusu beslemesi gereken insan gücü, büyük oranda gene bu verimli toprakların fethi için girişilen savaşlarda esir düşen insanlarla sağlandı. Kölelik, toplumun sınıfsal yapılanma sürecinde çehresi değişse de yok olmamış ve sistemin dayanaklarından biri olmuş ve sistem, asil efendilerin, kültür, sanat, bilim ve felsefeye kölelik ederek insanlığı özgürleştirmesi için gene onların gündelik işlerini görecek kölelere ihtiyaç duymuştur. Diyebiliriz ki, insanlık iki sınıfa ayırmıştır kendisini ve tarihini bu sınıflar üzerinden yazmıştır: Köle ve efendi. Efendinin köleleşişi kavramını düşünebilmesi için 19. yüzyıla varması gereken kölelik sistemine muhtaç insanlığın, köleliğin tarihinin en vahşi yapraklarının açıldığı 15. yüzyılın son çeyreğinde, bu vahşeti, kendisini vasıta ederek yöneten efendiyi de aynı yüzyılda keşfetmiş olması[i] ürkütücü komedyanın son perdesi değildir.

Cortez ve pasaklı barbarları, Kastilya Kraliçesi adına Yenidünyaya ayak bastıklarında, onları nihayet kendilerine dönen tanrıları zanneden yerlilerden istedikleri altınları almak için ne atlarına, zırhlarına, ne de mızrak, top ve tüfeklerine ihtiyaçları vardı. Hayır, onları tanrıları sanmaları değildi bütün bunlara ihtiyaçları olmayışının sebebi, ‘variola vera’ydı: Çiçek. Tenochtitlan’ı bir serap zanneden Cortez ve askerleri haksız değillerdi; 1790’a kadar Eskidünyada hiçbir şehir bu kadar büyük ve kalabalık olmayacaktı. Tarihçilerin, Yenidünya nüfusu hakkındaki tartışmaları sürmekteyse de bugün, genel olarak kabul gören H. Dobyns’in görüşü bu rakamın, dönemin Avrupa nüfusunun  iki katı civarında yani, 90 ila 112 milyon olduğunu iddia etmektedir.[ii] “Tanrı sanki insan ırkının hepsini ya da büyük kısmını buraya yerleştirmiştir.”[iii] Ayrıca, Avrupa’nın Avrupa olmasını sağlayacak bu karşılaşma esnasında Yenidünya halkları Avrupalılara oranla çok daha sağlıklıydılar. Yerliler, “(...) elli gibi inanılmaz bir yaşa kadar yaşayabiliyorlardı.”[iv] Çünkü bilenen insan yaşam süresi ortalaması otuz seneydi.

Amerika kıtasına, otuz bin sene önceye dayanan göçlerin ardından kuzeydeki Alaska Dağları bir çeşit doğal filtre işlevi görmüş ve Yenidünya ile Eskidünya tamamen birbirinden farklı parazitler geliştirmiştir. Kıtanın sakinleri, Avrupalılar gelene dek çocuk felci, frengi ve sarılık dışında tamamen sağlıklı, yalıtılmış bir hayat sürdüklerinden, bağışıklık sistemleri tahta kılıçlarla oynayan çocuklar kadar deneyimsizdi mikrop orduları karşısında.

Yenidünyada bilinen ilk çiçek salgını 1519’da Haiti adasında yaşandı ve beş yıl içinde adanın yerli halkı Aravaklar’ı yeryüzünden sildi. Kıtaya yayılması hiç de güç olmadı ve salgın Tenochtitlan’a ulaştığında, Cortez yağmasını bitirmiş, yükleri yüzünden ağır da olsa geri çekilmekteydi. Cortez’in ordusunun üçte ikisini yok eden Aztek savaşçılarını çiçek yendi. “Yüzümüzde, göğsümüzde, karnımızda yaralar çıktı; vücudumuz tepeden tırnağa acı veren yaralarla kaplandı. Hastalık o kadar korkunçtu ki, kimse ne yürüyebildi ne de kıpırdayabildi. Hasta olanlar o kadar çaresizdi ki, ölü gibi yatıyorlar, kol ve bacaklarını hatta başlarını bile oynatamıyorlardı. Ne yüz üstü yatabiliyor ne de yana dönebiliyorlardı. Hareket ettiklerinde acıyla bağırıyorlardı.”[v]

Elbette çiçek, tek başına değildi, kızamık, nezle, hıyarcıklı veba ve kızıl da ona arkadaşlık etmekteydi. 1520-1889 arasında, tarihçilerin ‘Büyük Kıyam’ adını verdikleri bu süreçte ölen yerlilerin sayısı kesin olarak bilinmiyorsa da, iki Dünya Savaşında  ölenlerden çok daha fazla olduğu kabul edilmektedir.

İşte bütün bu ölümler, işgalcilerin Yenidünyanın madenlerinde, verimli topraklarında çalıştıracakları yerlilere en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde büyük işgücü kaybına neden oldu. İspanyollar, ‘la trata negra’’yı başlattılar: Siyah köle ticareti.

Yerli köleler çok kolayca hastalanıp ölüyordu, oysa Afrikalılar asılmadıkları sürece ölmeye niyetli görünmüyorlardı. Bir yüzyıl içinde 1 milyon Afrikalı köle kıtaya taşındı ve bu kârlı ticaret hızla sürdü; 18. yy’a dek zenci köle nüfusu, kıtadaki beyazlardan çoktu. Üç buçuk yüzyıl sürecek olan siyah köle ticareti, 15 milyon Afrikalıyı Atlantik sularına gömdü ve beyaz, siyah ve yerliler arasında gemilerde yaşanan biyolojik kaos, yüzyıllar boyu liman şehirlerine taşındı. Öyle ki 18. yy’da New York, büyük çiçek salgınıyla savaşıyordu. Belki de şöyle desek hiç de yanılmış sayılmayız: Amerika’da kölelilik karşıtı hareket, insan hakları konusundaki entelektüel bilinçten ziyade, liman kentlerinde yaşayan beyazların başta çiçek olmak üzere salgın hastalıklara ilişkin biyolojik bilinçaltı kaygılarından beslenmiştir.

Çiçek hastalığı, köle ticaretini kurup geliştirmekle kalmamış, kıtanın içlerine kadar işleyip, bütün bu verimli toprakları yeni sahipleri için ‘vahşilerden’ temizlemiştir. Salgınlar ardından o kadar geniş topraklar ‘kurtarılmıştı’ ki, girişimci beyazlar Tanrı’nın onlara, kıtada tanrısal mülkiyet hakkını devrettiğini düşünüyorlardı. Bir elde İncil, bir elde tüfek, çiçeğin boşalttığı, ‘bahşedilmiş’ topraklara yerleşen Püriten koloniciler, burada Avrupa’da olduklarından çok daha uzun ve sağlıklı yaşadılar, hatta üç öğün yemek bile yiyebildiler. Bu yeni bolluk çağında çiçeğin yerlileri yok ediş hızını defalarca katlayan hızlara erişmeyi başararak doğayı ve doğal kaynakları tükettiler: Madenleri, ağaçları hatta kürk ticareti uğrunda hayvanları. Ancak Amerikalılar bu yağmayı kutsallaştırarak manifestosunu yazdılar ve adını Amerikan Rüyası koydular ya da Gelecek Kültü Dini. Geçmişle bağı olmayan, sürekli yenilenme peşinde koşan bu fırsatlar ülkesindeki Altına Hücum nihayet, gelenekleri sürekli yok ederek kimliğini yeniden tanımlama kısırdöngüsünde geleceğin fethi ülküsüne dönüşüp, tıpkı çiçek virüsü gibi davranmaya başladı. Biz bu virüse bugün kapitalizm diyoruz.

Bugün artık siyahi bir lideri seçerek, köleliğin kaldırıldığını düşünerek vicdanını rahatlatmak isteyen insanlığın henüz farkında olmadığı gerçek köleliğin değil pigmentokrasinin[vi] hayatımızdan silinmeye yüz tuttuğudur. Avrupa Konseyi’nin raporlarına göre dünyada hâlâ 30 milyon, alınıp satılarak kendi arzusu dışında, yani köle olarak yaşayan insan bulunmaktadır. Bu insanların başta Afrika olmak üzere 29 farklı ülkeden getirildikleri tespit edilmiştir. Kara kıtanın, çiçekle başlayan ağır yazgısı sürüyor ve bugün, Cortezlerin yerini alan küresel sermayenin doymak bilmeyen efendileri, onları renklerinden bağımsız, ucuz işgücü olarak köleleştirmekte. Bu inanılması güç sayı, tarih boyunca yeryüzünde aynı anda asla olmadığı kadar çok kölenin tam da ‘şimdi’, 21. yy’da yaşamakta olduğunu göstermektedir.
Janset Karavin

[i] 1848 Report on the Typhus Epidemic in Upper Silesia’da belgelendiği üzere, salgın hastalıkların önlenmesi için mikropları besleyen çevresel faktörlerin ortadan kaldırılması izleğini oluşturan ve bugün ‘Virchow’s concept’ olarak anılmakta olan bu çalışma, ‘patalojinin babası’ Rudolph Virchow tarafından 19. yy’da yazıldı.

[ii] Daha geniş bilgi edinmek isteyenler için: Their Number Become Thinned: Native American Population Dynamics in Eastern North America (Native American Historic Demography Series) Paperback November 1983

[iii] Las Casas, Bartolomé de, Short Account of the Destruction of the Indies, 1999 London: Penguin, sayfa 7

[iv] William Wood's Diary: A Story of Nineteenth Century Emigration on Board the Sailing Ship "Constance" in 1852, Peter Reginald Pennington (Paperback - April 2002), sayfa 16

[v] (Orijinal adı Unos Anales Históricos de la Nación Mexicana, 1528’de, Latin alfabesiyle Nahuatl dilinde, olayları yaşamış bir grup yerli tarafından yazılmıştır ve bugün, Bibliothèque Nationale de France’tadır) Anales De Tlatelolco, Rafael Tena, Conaculta Publishing 2004, sayfa 67
[vi] Lancelot Thomas Hogben’in ten rengimizi belirleyen pigmentlere göndermede bulunarak yaptığı ırkçılık tanımıdır.

Hiç yorum yok: