Yürüdüʞ


Güneşte oturdum bugün. Dün yanımda yürüyordun: "Hep böyle yürüyelim," demiştin. Bugün tek başıma oturdum. Oturdum ve ölmek istedim. Olmadı gene. 

En olmadık yerde, en olmadık gün olacak, oluverecek, diyerek avuttum kendimi... 

Aklıma düştün sonra; acaba sen ne yapıyordun o sırada? Ben ölmek istiyorken günlük güneşlik bu günün ortasında. Kimin yanında yürüyordun? 


Senin yanında yürünmez. Sen yanında yürürsün birinin en çok. Yürürsün sen ve o her kimse yanındadır; "yürüdük," diyemez. Yanında yürür sadece, 'yanımda yürüdü,' der en çok soranlara. Oysa sen yürümüşsündür...

İçinden Bir Masal Tut

“Biliyor musun, masallar hep mutlu sonla biter ya... Mutlu sonla biten masallarda bile hep mutsuz kalan birileri var aslında ama hep yok varsayılıyorlar...”
Terastaki koltukta oturuyorlar, yan yana. Biri, o terasa, bu koca koltuğu güçbela taşıyan, öbürü davetsiz bir misafir sadece. Gene de oturuyorlar. Koltuğu taşıyan, onu sahiplenmiyor çünkü. ‘Hey, bu benim koltuğum!’ demiyor. Öbürü gelip yanına oturuyor ve oturmakta olan dönüp ona bakmıyor bile. Dosdoğru ileriye bakıyor; Haliç’e. Ve gün dönüyor, hava kararıyor, Tanrı ışıkları, insancıklar ampulleri yakıyor. Evlerin sarı sıcak denizinde Haliç karaya çalıyor, balçık balçık oluyor. Yok oluyor. Artık yok varsayılabilir oluyor...
“Bizim gibi...” diyor koltuğu terasa taşımış olan. Öbürü kafasını çevirip ona bakmıyor, hayır. Kafasını yukarı kaldırıp göğe bakıyor. Bir müddet ısrarla bakıyor, sonra: “Sen gidecek misin?” diye soruyor.
Ay ve yıldızlar akıyorlar. Sabit kararlılıkla, sabit bir hızla ve usulca...
Ayağa kalkıyor nihayet. Bir adımda terasın ucundaki yükseltiye çıkıp yüzünü ona dönüyor. Yüzü görünmüyor. Ay ve yıldızlar ve şehrin yapmacık ışıltısı ve köprüden usanmadan geçip duran otomobillerin farları, hepsi ardında. Her şeyi ardında bırakıyor yüzünü ona dönerek, tam da istediği gibi ve şimdi gülümsüyor ama öbürü bunu göremiyor.
“Ben de gideceğim,” diyor, “herkes gibi ben de gideceğim...”
Bir an telaşa kapılıyor oturan: “Dur!” diye sesleniyor yüzsüz yolcuya, “Benim için bir şey yap giderayak...”
Sessizlik eriyip gidemiyor, tam olarak eriyemiyor, zamanın çeperinde yankılanıyor ve uzuyor, esniyor ama kopmuyor, ta ki sesi, o ince zarı maharetle yırtarak anda kendi isteğiyle tutsak kalana dek: “Benim için içinden bir masal tut...”
“Tuttum!” diyerek boşluğa bırakıyor müstakbel cesedini. Her şeyi ardında bırakıyor; zamanı bile: [Zam’an]-sızı,n’[laşıyor,,,
“Güle güle...”
Sesi kendisini yutuyor âdeta gittikçe daralıp onararak son hecesini. Ayağa kalkıyor. Gidip ardından bakmıyor, hayır. Başını yere eğip çıplak ayaklarına bakıyor, sonra: “Ben biraz gecikeceğim,” diyor.
Bütün bir cümle; cümlesi, sözcükleri tek tek ve hecelere, ardı sıra gırtlağından çıkıp gelen her bir ses, harf be harf yere dökülüyor. Savruluyorlar etrafa, yığışıyorlar. O da üzerlerine basıp geçiyor çünkü artık ‘biraz gecikmesi’ geerekiyor.

İçinden Bir Masal Tut ~ Janset Karavin
15 Şubat 2014 | Düşülke

Mecburiyet

Fotoğraf: Csalar M. Balint "Silent Point"
İnsanlar hep çekindiler benden. Soğuk, dediler, mesafeli ya da. Aslında sadece kendimi korumaya çalışıyordum. Çünkü boyla posla orantılı değildi güç, içimdeki direniş kırılgandı. İnsanlar çiçekleri de sever, sonra koparır çiçeklerden daha çok sevdikleri birilerine verirlerdi onları, sevgilerini göstermek için. Birileri sizi seviyorsa, kendinizi korumuyorsanız artık seni seviyorum, dediği için o insanlardan bir gün mutlaka sizi koparırlar, koparıyorlar.

Hayat aslında hayatta kalmak sadece ve hayatta kalabilmek demek olabildiğince bencil olmak. Ben hiç yeterince bencil olamadım. Bana soğuk, mesafeli diyen o insanlar sırtımdaki çulu isteseler çıkarır verirdim hemen oracıkta. Bencil olmayı öğrenemediğim için sanırım sahiplenmeyi de beceremedim. Sevdim ama 'benim' demek bir insana hiç insanca gelmedi bana. Hep kabul ettim ki o bir başkasıdır ve ben de başka biri olmak zorundayım.

Sahiplenmeyi, benim demeyi hep çok eril bir yanılsama olarak algıladım yaşamın içinde. Ne su içtiğim bardağı ne de hayatımı beraber geçirmek istediğim, yanında olmaktan, yanımda olmasından haz aldığım insanı öylece sahiplenemedim.

Hiç anne de olmadım, olamazdım ama 'kızım' da dedim birilerine. Elbette bir anneyle çocuğu arasındaki bağı asla anlayamayacaktım ama biliyordum ki bir anne çocuğu için hayatını feda edebilirdi; görmüştüm bunu. Ben de 'kızım' dediğim insanlar için verirdim canımı; zaten dostum dediğim insanlar için çok kere feda etmiştim kendimi, çok çekmiştim ceremesini arkalarına bakmadan dönüp gittiklerinde. Soğuktum çünkü, mesafeliydim!

Bunca yıl yaşanmışlıktan sonra diyebilirim ki beni yaşama bağlayacak hiçbir şey yok kendisinin benden başka olduğunu, birimizin yok oluşuyla diğerimizin yaşamının da yok olmayacağını bildiği halde benimle beraber yaşamak çabasını ve benimle beraber ölmek kararlılığını gösteren bir tek, biricik o insandan başka. Hepimiz yalnız kaldık doğar doğmaz, tekildik bu bencillik yarışında ve bir daha asla çoğul olamadık, olamazdık da.

Şimdi ölmek istiyorum fakat ölüm bizim yaptığımız bir eylem değil yemek yemek, sevişmek, konuşmak, yazmak gibi. O kendiliğindenliğinde var; varoluşu bizden bağsız. Ne kadar istesen de olmayınca olmuyor, ölmeyince ölmüyorsun işte. Mecburen yaşıyorsun. Mecburen yaşayıp, her sabah uyandığında, gece ölmek umuduyla uykuya dalıp varsayımsal olarak ölene dek yeniden eziyet çekiyorsun ve buna yaşamak diyorsun. Mecbursun...

Janset Karavin
27 Ocak '13

Maça Kızı

Fotoğraf: Cristina Otero
?yani
terbiyesiz, teninin ters yüzü
zaferi hak etmiş ve fakat
kaderin cilvesine yenik düşen ordular
surlarına dayanmış vaziyette ki
ne kanatsız maça kızı ne de ben örterim üstünü artık
!piçsin düpedüzü
şişe şişe dizsen sırt sırta kartpostal şiirlerini
gayrımeşru ter kokusudur kirpiklerinde Harbiye kaldırımları artık
küçük memeli kadınlar kaldıracak
cenazeni çünkü onlar kolay kırarlar dizlerini
ve radyoda çalar Tamburi Ali Efendi'den
bir kayıp yürük semai inceden sevişmeye başlamışken
yorulmamışken terlememişken inlememişken henüz
kokmamışken takvimler de berdelacuz
boşalmamışken boynumdaki zincir ucundaki sekiz
tekmili yedi ceddin ve dahi
donumda salladığım feriştahın hatrına yedi tepeden
dile gel üçler yediler kırklar diyelim
maça kızı sen uykuya dalarken nerede piç

Janset Karavin
14 eylül 2010 - Moda

Bireylikler Ocak 2013

Çürüme

 Zaman bir nokta ya da kâğıda batırılmış kalemin çektiği kesintisiz bir çizgi değil. Zaman bir ‘an’ değil. Zaman bütün anların, yaşanmışlıkların toplamı. Gören göz zamana bakıyor elma ağacına bakarken. Çürümek de zamanın içinde, biliyor. Çürüyor ‘aynızamanlıkta.’

An geliyor insanın özüne bütün zaman sığabiliyor ama insana, özüne evren dar geliyor. Bütün bir zamanın, noktasız, çizgisiz tüm ‘şeylerin bütünü’ olarak zamanın sorumluluğunu omuzlarında taşıdığı hissiyle çöken öz bir suçlu aramaya koyuluyor. Yaşama tutunabilmek için dışındaki evreni suçluyor suçluyor suçluyor. Sonunda kendi içine gömülüyor ölen bir yıldız gibi. Boşluğun içinde daha derin bir boşluk oluyor. Boşluğu deliyor, yavaş yavaş deliriyor. Delirdikçe bütün bunların farkına varıyor.

Farkına varıyor ki iç içe evrenlerden başka bir hakikat yoktur. Zaman, evrenlerin kenarında durmakta ve kaydetmektedir olan ya da öleni. Bizim için kayıp olan, zamanın ruhu için kayıttır. Kayıt anında yani kayıp anında, kısacık bir anda ve yalnızca kaybolan için durur zaman, kaybeden için değil. İşte bu yüzden kaybeden, gerçekte zamanı bütünlüğü içinde içine, özüne toplar; tıpkı bütün nesneler evreninin yasasına uyarak ölmeye doğan bir yıldız gibi. Böylece güçlenir. Ölüm anında yeniden doğar ya da bir diğer deyişle ‘yokölür.’

Unutmak Da Affetmek De İstemiyorum

Unutmak Da Affetmek De İstemiyorum.

.

İnsanlığın hafızasından silinmedi. BM askerlerinin korumasındaki ‘Güvenli Bölge’ Srebrenica’da üç yıldır kuşatma altında, gıda, giyecek, ilaç yardımıyla yaşamlarını sürdüren insanlar 14 yıl önce bugün Ratko Mladiç yönetimindeki Sırplar tarafından katledildiler. Şimdi bu cümleyi okuyunca, bu bölgedeki koşulların insanca olduğu ve BM’nin gözetimindeki Güvenli Bölgenin savaştan kaçanlar için yaşam koşullarının sağlandığı izlenimine kapılacaksınız ancak gerçek öyle değil. Savaş öncesi 10 bin nüfusunun 8 bini müslüman olan Srebrenica nüfusu, Güvenli Bölge ilan edildikten sonra sığınmacılarla 60 bine ulaşmıştı. Kasaba, Yugoslav ordusunun tüm olanaklarına sahip Sırplar’ın kuşatması altındaydı ve çevredeki tepelerden sürekli top atışı altındaydı. BM, Srebrenica’ya gönderilen insani yardım malzemelerini bile Sırplar’ın denetiminden geçmeden sığınmacılara aktaramıyorlardı. Sırplar, yardım malzemesi olarak gelen yiyecekleri çoğu zaman alıkoyuyor ya da zehirleyerek kasabaya girişine izin veriyorlardı. Amaçları kasabada, kendilerine karşı direnişi sürdüren bir avuç Boşnak’ı bertaraf etmekti ve her gün kasabada 20-30 kişi açlıktan ölüyordu.


Sırplar Srebrenica’ya saldırdığında BM, hiçbir denetim ya da müdahalede bulunmazken Srebrenica’daki direnişçileri silahsızlandırdı; Sırplar’a çanak tutuyorlardı. Nihayet 11 Ağustos 1995’te kasabaya giren Sırplar katliama başladılar. Kasabadan, BM’nin kurduğu Potaçari kampına ulaşmayı başaran 6 bin kadar Boşnak’ı, BM yetkililerinin elleriyle Sırplar’a teslim edişi ardından üç günlük zaman zarfında 10 binden fazla insan öldürüldü.


Bugün hâlâ kendileri için hazırlanmış barakalarda, terk edilmiş evlerde ve yardımlar sayesinde, doğdukları topraklarda sığınmacı gibi yaşamlarını sürdürmeye çalışan, katledilen yakınlarını aradan geçen 14 seneye rağmen hâlâ bulamayan on binlerce insan için, 20 eylül 2003’te Potaçari’de dikilen katliam anıtmezarı ne ifade eder?


Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi 2001’den bu yana, Sırplar’ın soykırım yaptığını kabul ederek katliamdan sorumlu askerlerden R. Kristiç’i 35 yıl, V. Blagoceviç’i 18 yıl, D. Cokiç’i 9 yıl hapse mahkum etti ve Srebrenica katliamının sorumlularının çoğu yakalanmamışken, kuşatma sırasında kasabayı savunmaya çalışan Boşnak komutan Nasır Oriç’i de savaş suçu işlediği gerekçesiyle yargılamaktadır.


Srebrenica’da soluduğumuz havaya sinen nefreti kelimelere dökebilecek yetenekte olmak için gözlerimden vazgeçerdim. Görmek, bir gereklilik değildir bu utancı hissetmek için. Bugün Srebrenica’ya giderseniz, bu terk edilmiş kasabada, yıkık dökük, kurşun delikleriyle dolu evlerin, sağlam kalabilmiş duvarlarında şöyle bir yazıyla karşılaşabilirsiniz: “Sve Turci u Turciju” Şu anlama geliyor: Bütün Türkler Türkiye’ye.


Avrupa’nın ortasında 312 bin insan öldürüldü.


18 bin insan hâlâ kayıp.


21. yüzyıla girmek üzereydi insanlık. Büyük insanlık. Demokrasi için savaşan büyük insanlık.


Attığım başlık bir parça saldırganca görünüyor belki ilk bakışta ama, haklı bulduğum bu söz bana ait değil, bu söz Srebrenica katliamında yakınlarını kaybeden Boşnak bir kadına ait.


Unutmak da affetmek de istemiyorum.


Janset Karavin

2009 tarihli bir yazı...

Sisgeid

Yaz ayları için küçük bir okuma listesi oluşturuyorum; önerilerinizi beklerim...
Düzülke ~ Edwin Abot Abbot idefix
Alıklar Birliği ~ John Kennedy Toole idefix
Hiç Bitmeyecek Öykü ~ Michael Ende idefix imdb
Pi'nin Yaşamı ~ Yann Martel idefix
Büyücü ~ John Fowles idefix
Anarşist ~ Tristan Hawkins idefix

Düşle

"Düşle! Düşle ki yoköl,,,
Düşlemekten asla vazgeçme ama düşlerinin peşinden koşarsan gerçekleştiremeyeceğin tek bir düşün bile olmayacağı bilgisiyle düşle çünkü düşlerinden hırsları uğruna vazgeçen ruhları satılıklar, sahte mutluluklarının maskesini düşürmeyesin diye seni yok varsaymak telaşına düşerek senden uzak durmalılar."

'Düş Bilgisi'
J.K.

Kanat

"Yaşamın yüceliği yaşayanların, yaşamayı bilenlerin çocuk yüreklerine sığar. Hayatta kendi seçimlerini yapacak cesareti gösteremeyenlerin yürekleri de küçük değildir ama onlar sadece mutsuzluğa mahkûm ederler kendilerini. Bizlerse özgür ruhlarız; göğü ve rüzgârı taşa ve toprağa yeğleyenler..."

Ne tanrı, ne devlet, aşk, aşk, hürriyet!

'Düş Bilgisi'
J.K.

Naylon

Ben günce tutmayı hiç beceremedim ama dönem dönem içe kapanarak biraz da, tutma girişimlerinde bulunduğum oldu. Her denememde mutlaka ya başıma bir iş açtı bu günceler ya da benim isteğim dışında, insanlarca  okunarak taciz edilmeme sebep oldular.

Bu hikayelerden birisi de şöyle...

Otoriteyle ilk çarpıştığımda; dün gibi hatırlıyorum; ortaokula gidiyordum, birinci sınıftaydım. Civardaki dğer tüm okulların öğrencileri gibi bizlerden de bir kortej oluşturulmuş, Cumhuriyet Bayramı törenleri için yakınlardaki bir futbol sahasına yürütülmüştük elimize naylon bayraklar tutuşturularak.

Ben günceme şöyle yazmıştım bu törenlerin gecesi: "Ellerimize naylon bayraklar tutuşturdular. Naylondan bir Cumhuriyet olmalı bu bize verdikleri.

...

Biz oradan ayrılırken, tören alanı dedikleri toprak sahada yerlerdeydi bu naylon bayraklar. Öğretmenler görmediler. Omuzları, çeneleri kibirle dikti, göremezdiler. Bahçedeki Atatürk büstüydüler. Naylondular..."

Günceyi çantamda unutunca ve o gün bir çeşit toplama kampı mantığıyla yönetilen okulda yapılan 'aramada' defter müdür yardımcısının eline geçince disipline verildim. Ne ki, annem yandaki ilkokulda çalışan öğretmen arkadaşlarıydı, memlekette 'bir yakinin' varsa sırtının kolay kolay yere gelmeyeceğini o zaman öğrendim. Okul faydalı bir şey nihayetinde; öğretiyor!