Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Yarlama Enstitüsü ve Batılılasma Sorunumuz

Doğumunun yüzüncü yılında (2001) yeniden basılan eserleri, hakkında yazılan birçok çalışma ve çeşitli etkinliklerle gündeme taşınan Tanpınar’ın, haziran ayına denk düşen ve bu kez 108.’si yaşanan ‘doğum yıldönümünde’ (23 Haziran 1901 – 24 Ocak 1962) hem yeniden hatırlanmasına vesile olmaya hem de Batılılaşma sorunumuz üzerine düşünmeye çalışan bu yazıda onun, Batı – Doğu çelişkisi sorununu derinlemesine yaşamış ve eserlerinde dile getirmiş bir yazar oluşunu çözümlememe ayna kılmayı umuyorum.
Her şeyden evvel, Tanpınar’ın Batılılaşma sorunu üzerine düşünmüşlüğü bir yana unutulmuşluğu yahut uzunca süre bir kenara itilmişliği ve hangi dinamiklerle yeniden hatırlandığı düşünülecek olursa, bizzat bu sorunun bir kurbanı olduğunu söylemek gerekir. Şöyle ki; çok kereler onun hakkında yazılmış çalışmalarda ya ona ‘sağdan’ muhafazakâr ya da ‘soldan’  yenilikçi bir pencereden bakıldığına tanık oldum ancak kişisel görüşüm, Tanpınar’ın tıpkı yaşadığı dönem ve toplum gibi aklı oldukça karışık ve fakat düşünen bir insan olarak, toplumsal olayları ve sorunları irdelerken de çözüm üretirken de kendisini her iki cephede de görmüyor olduğudur. Eskiye dönüşün sorunları çözmeyeceğinin bilinciyle anlamsızlığının ve doğanın yasası gereği olanaksızlığının farkındalığıyla, yeninin tek başına yaratacağı çözümlerle yetersiz kalacağı bilgisinin çaresizliğinde sıkışan Tanpınar, kendi hatıratında bu çelişkisini şu şekilde ifade etmiştir: “Sağlarla beraber değilim, çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmaya, içimizden doğru yutmaya hazırdır. Eğer bir Barrés, bir Maurras, bir L. Daudet gibi insanlar olsaydı etrafımda iş değişirdi. Fakat Mehmet Akif’le yol arkadaşlığı, Mümtaz’la (Turhan) fikir beraberliği, asla…”  
Tanpınar’ın kendisini hiçbir cephede göremeyişine karşın, eserleri ve düşünceleri hakkında ciddi tartışmalar yaratmasının özünde nedeni, birçok yazarın aksine bu pencerelerden herhangi birisinden bakarak düşünmek ve böylelikle kolay çözümler elde etmek yolunu yeğlemeyişidir. “Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar” adlı yazısında da altını çizdiği gibi kolay yolu seçerek iki uygarlık arasındaki farkı, Batı Uygarlığına atfedilen üstün niteliklerin aksine, Doğunun tembelliğine yahut kaderciliğine bağlamıyor ve bu farkı ‘kavrayış ayrılığına’ yaslayarak çözümden kaçmıyor hatta bütün bunların birer neden değil, sonuç olduğunu görerek sorunun özüne inmeye çabalıyor.  Tanpınar’ı çözümün bir “sentez” yaratılması olduğu düşüncesine sürükleyen, toplumsal değişimin, sosyoekonomik koşulların yapılanışıyla hatta daha da net bir söylemle, “üretimin,” geçirdiği dönüşüm sürecinin bir sonucu oluşunu fark etmesidir. Ancak “üretimi” Marksist ekonomi politiği kavramı olarak görmeyip, “sınıf” kavramına us yürütmeyerek “eşyayı tasarruf ediş” halindeki ayrılığa dayandırdığı Doğu-Batı farklılığında Doğuyu, “eşyayı ancak umumi biçimde tasarruf ettiği hatta bazen onu doğadan ödünç alırcasına davrandığı” için geri kalmış oysa Batıyı, bu konuda ayrıntılara inen tasarruf yönteminden ötürü gelişmiş olarak tanımlar. Bu çözümlemeden yola çıkarak Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de, “insanî dünyayı tasarruf edişte” aynı sakatlıkları sergileyen Doğunun yetersiz kaldığını söyler.
Tanpınar’ın geçtiğimiz yıllarda ansızın anımsanışı ve aynı şiddetle unutuluşu çelişkisi hiç kuşkusuz, toplumda oluşan düşünsel boşluktur. Sorunlarına çözüm bulmakta güçlük çeken toplumumuzda bu boşluğun sürmekte olduğu tespitinde bulunmak hiç de güç değildir ve bu bağlamda çözümlere giden yolun aydınlatılmasında Tanpınar’ın herhangi bir siyasi görüşün penceresinden değil de mümkün olduğunca tarafsızlıkla, düşünen ve üreten bir ‘insan’  olarak değerlendirilebilmesi hâlâ önem taşımaktadır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü özelinde yazarın yukarıda bahsettiğim görüşlerine ve Batılılaşma sorununa bakışına ışık tutan bazı açılımlar getirmek gerekirse…
Yenilikçi bir yapının kurgulanışıyla başlayan S.A.E. bu yapının yıkımıyla biter ki; Tanpınar’ın buna benzerliğiyle örnek olarak gösterilebilecek Kafka ya da Marquez değin başarılı olduğu söylenemezse de S.A.E.’nün misal, Yüzyıllık Yalnızlık’tan çeyrek asır önce kaleme alınmış olduğu bu karşılaştırma yapılırken göz önünde bulundurulmalıdır.
Karakterlerinin tutarlılıkla duygu, düşünce ve davranış bütünlüğü sergilediği gerçeği ışığında (ki bu gene geçmiş olmaksızın geleceğin kurulamayacağı görüşünün bir yansımasıdır) Tanpınar’ın “sentez” çözümünün karakterlerinde yansısını bulduğunu fark ederiz. Geleneğin bugüne taşıdığı gerçeklikle yüzleşmeksizin soyut biçimde öze dönülerek edebiyat yapılabileceğini savunan Ziya Gökalp’in aksini düşünen Ahmet Hamdi’nin bu bağlamda, S.A.E.’ndeki başkarakterlerinden Hayri İrdal’ın âdeta Gökalp’e cevap niteliğindeki şu sözleri ilgi çekicidir: “Her ne olursa olsun mazim bugünkü vaziyetimden bana bütün bir mesele gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum ne de tamamiyle onun emrinde olabiliyorum.”
Esasen bu noktada Tanpınar’ın kişiler değil “tipler” kurguladığını ve Bergson etkisinde şekillendirdiği, güldürürken düşündüren mizah anlayışıyla bu tipler üzerinden toplumsal ve kültürel sorun ve çelişkileri hicvettiğini söylememiz gerekir.
Öyle ki, Hayri İrdal’ın hayatının çeşitli dönemleri dikkatle incelenecek olursa Tanzimat öncesinden günümüze Türk toplumunun geçirdiği süreçlerle özdeşlendiği fark edilir.  Gene Türk toplumunun gündeminde ve gelişim sürecinde ona yön veren unsurlarda olduğu gibi, İrdal’ın yaşantısını, romanda da çok az yer verilen savaş gibi gerçeklikler değil de kendi zihninde oluşturduğu sanrılar yönlendirir.  Sürekli bir kendini arayış içerisinde, benliğini birileriyle dışa vurmak, böylelikle kendisini ifade ettiğini düşünmek hastalığına kapılan toplumu gene Hayri İrdal üzerinden resmeder yazar. Geçmişi temsil eden Abdülselam Bey, olmaycak işler peşinde çıkışı arayan Aristidi Efendi, meczup bir adam olan Seyit Lütfullah ve mesleğini varlık sebebi kılarak yaşamını sürdüren Muvakkit Nuri Efendi ile kendi babasından bahisle şöyle ortaya koyar bu tanısını: “Onlar benim örneklerim, yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım.”
Sonra gene Hayri İrdal bir seyircidir oyuncudan çok. Hayata kendisini dâhil görememek temel sorunudur ve şöyle açıklar bunu da: “Hayatımı düşündükçe – yaşım buna müsaittir- daima kendimde seyirci hâleti ruhiyesinin hâkim olduğunu gördüm. “ Bu hali de karakterin, bireysel yaşantısını bile doğrudan doğruya etkileyen olaylar karşısında sessiz kalan, “seyirciliğini” sabır denen bir kendisini terk etmişlikle sürdüren Türk toplumunun geniş bir bölümünün portresidir.
Halit Ayarcı ise “yaşadığımız çağın” bedenleşmesi gibidir âdeta. Neredeyse tüm düşünceleri ve hatta eylemleri gerçek dışı gibi görünen (hatta romandaki mizah unsurunun bir yoğun göstergesi olarak hakikaten gerçeküstü olan) Ayarcı, geleceğin belirsizliği, kural tanımazlığı, yenilikçiliği ve geleneği yok varsayan fütursuzluğudur. Şöyle der Gökalp’i dile getirircesine: “Yeninin bulunduğu yerde başka bir meziyete lüzum yoktur.”
 Bütün bu tespitlerin ardından ve Tanpınar’ın pek çok kesime doyurucu gelmese de çözüm için “sentez” öneren düşüncelerinden ve gerek topluma gerekse de “aydın” kavramına getirdiği eleştirilerden yola çıkarak diyebiliriz ki, Cumhuriyetin içinde olduğu bu dönemde de en büyük kaybı, geçmiştekine ne yazık ki benzer biçimde, Batıyı, Batılı olan her düşünce hatta nesneyi bile üstün niteliklerle donanmış, müthiş ve hayranlık uyandırıcı bularak, bunları dönüştürme fikrinden uzak, kendince biçimlendirmeden, doğrudan taklitle yaşamına uygulayan yahut batıyı tamamen reddeden bir sözde aydın kitlesiyle, onun yön verdiği bir sanat, edebiyat ve düşün dünyasına sıkışıp kalmış olmasıdır.
Oysa Cumhuriyetin ülküsü Batılılaşmak değil, yüksek uygarlıklar düzeyinin üzerine çıkmaktır ve devrimlerin toplumda yarattığı “travmanın”  dile getirildiği bugünlerde, bu söylemle Cumhuriyeti ve onun “Batıllaşma” karşıtlığını yermek maksadı güden çevrelerin de koşulsuz bir kabulle Batılılaşmaya çabalayan ve kendi ırasını yitiren sözde “ilericilerin” de birbirlerinden hiçbir farkları yoktur. Erek, kendimiz olmaktır; yoksa birilerine 'benzemek' değil.
Ne zaman ki bu ülkenin süslü uçurtmalar uçurmaya kalkışan hakiki aydınları, ucu kendi ellerinde sandıkları uçurtmalarının ipinin bir ucunun küresel sermaye kuyruklularının elinde olduğunun ve bu sebeple de uçurtma uçuracağım, derken başkalarının uçurtması olduklarının farkına varırlar, işte o zaman, içine girdikleri kuyudan kendilerine “fildişi kuleler” gibi görünen ‘hakikatin zamanlığına’ yolculuğa çıkar ve “üzerine ölü toprağı serpilmiş” bu kültürü yok edemeyeceklerini anlarlar. Ve ancak bu hakikatle yüzleşmiş oldukları halde, o ölü kültürden köklenerek, üretip, onu dönüştürerek insanlık ülküsüne hizmet ederler.
Janset Karavin

Hiç yorum yok: